21 Mayıs 2012 Pazartesi

Peru Tuz Gölleri


Bitkilerin Dünyası

DENİZALTI BİTKİLERİNDE 
POLENLEŞME YÖNTEMİ İLE ÜREME


Zostera
Polenle üreme yöntemi, bilinenin aksine, sadece kara bitkilerine özgü bir yöntem değildir. Deniz bitkilerinde de bu yöntemle üreyen türler vardır. İlk olarak 1787 yılında İtalyan botanikçi Filippo Cavollini, açık denizde yaşayan ve polenleşme yöntemi ile üreyen "Zostera" isimli bitkiyi keşfetmiştir.
Polenleşme yönteminin sadece kara bitkilerine özgü olduğunun zannedilmesinin nedeni; su ile temas eden kara bitkilerinin polenlerinin, yarılarak işe yaramaz hale gelmeleriydi.
Suda polenleşme yöntemiyle üreyen bitkiler üzerinde yapılan incelemeler, bu konunun evrim teorisinin içinden çıkamadığı problemlerden bir yenisi olduğunu göstermiştir.
Polenleri suyla taşınan bitkilere 11 farklı familyada 31 cins olarak Kuzey İsveç'ten, Güney Arjantin'e, deniz seviyesinin 40 m altından, 4800 m yüksekte And Dağlarındaki Titicaca Gölü'ne kadar pek çok farklı yerde rastlanılır. Ekolojik yönden bakılacak olursa bu bitkilerin tropik yağmur ormanlarından, çöllerdeki mevsimlik göllere kadar çok farklı şartlarda yaşayanları vardır.
Evrimcilerin bu konudaki problemleri, evrim teorisinin kendi tezlerinden kaynaklanır. Çünkü teoriye göre polenleşme, bitkilerin karada yaşamaya başlamasından sonra kullandıkları "gelişmiş" bir üreme biçimidir. Oysa, bu yöntemi kullanan su bitkilerinin varlığı ortadadır. Bu nedenle evrimciler bu bitkileri, "yeniden suya dönen çiçekli bitkiler" olarak adlandırmışlardır. Ne var ki evrimciler bu bitkilerin ne suya dönüş zamanları, ne suya dönüşlerini gerektiren nedenler, ne de suya dönüşlerinin şekli ve ara formları hakkında mantıklı ve bilimsel bir açıklama yapamamışlardır.
Evrimcilerin diğer bir problemi ise suyun bazı özelliklerinden kaynaklanır. Daha önce de belirttiğimiz gibi su, polenin yayılması için hiç de etkin bir ortam değildir ve genellikle polen tanelerinin yarılmasına yol açar. Ayrıca, suyun hareketini tahmin etmek de zordur. Suda oldukça düzensiz akıntılar olabilir, gel-git olması bitkileri aniden batırabilir ya da suyun üstünde oldukça uzaklara götürebilir. Tüm bunlara karşın suda yetişen bitkiler, polenleşme taşıyıcısı olarak suyu büyük bir başarı ile kullanırlar. Çünkü bu bitkiler suda bu işlemleri rahatlıkla başaracakları şekilde yaratılmışlardır. İşte bu bitkilerden birkaç örnek:
VALLISNERIA
Vallisneria
Erkek Vallisneria'nın çiçekleri, bitkinin su içinde kalan bölümünde oluşur. Bunlar daha sonra dişi özellikli bitkinin çiçeklerine ulaşabilmesi için, gövdeden ayrılarak serbest kalırlar. Çiçek, serbest kaldığında kolaylıkla su yüzeyine çıkabilecek bir biçimde yaratılmıştır. Bu esnada çiçek küresel bir tomurcuk görünümündedir. Taç yaprakları birbirleri üzerine kapanmıştır ve portakal kabuğu gibi çiçeğin etrafını sarmışlardır. Bu özel yapılı form, polenlerin taşındığı bölümün, suyun olumsuz etkisinden korunmasını sağlar. Çiçekler yüzeye çıktığında, daha önce kapalı olan taç yapraklar birbirlerinden ayrılır ve geriye doğru kıvrılarak su üzerine yayılırlar. Polenleri taşıyan organlar, taç yaprakların üzerinde yükselmiş bir biçimde ortaya çıkarlar. Bunlar en hafif bir esintiyle bile hareket edebilecek yelken görevini üstlenirler. Bu organlar, bir yandan yelken gibi iş görürken, öte yandan Vallisneria'nın polenlerini de su yüzeyinden yukarıda tutarlar.
Vallisneria bitkisi polenlerini taşıtmak için suyu kullanır. Bitkinin çiçeklerinin, açacakları zamanı ve yeri bilmeleri ve polenlerinin suya dayanıklı özel yapıları gibi detaylar bitkinin bu işlemler için özel olarak yaratıldığını bize gösterir.
Dişi bitkinin çiçekleri ise, su dibinden gelen uzun bir sapın ucunda ve su yüzeyinde yer alırlar. Dişi çiçeğin yaprakları da su yüzeyinde hafif bir çöküntü oluşturacak şekilde açılmışlardır. Bu çöküntü erkek çiçek kendine yaklaştığında, dişi çiçeğin bir çekim alanı oluşturmasına yarar. Nitekim erkek çiçek, dişi çiçeğin yanından geçerken bu çekim alanına girer ve iki çiçek buluşur. Böylece polenler dişi çiçeğin üreme organına ulaşır ve polenleşme gerçekleştirilmiş olur.
Erkek çiçeğin, suda iken kapalı olup polenleri koruması, yükselerek su yüzünde açması ve suda rahatlıkla ilerleyebilecek bir form oluşturması, üzerinde özel olarak düşünülmesi gereken detaylardır. Çiçeğin bu özelliği deniz taşıtlarında kullanılan ve denize atıldığında otomatik olarak açılan tahliye botlarına benzer. Bu botlar birçok endüstri ürünleri tasarımcısının uzun süren ortak çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Botun ilk üretiminde karşılaşılan planlama hataları ve dolayısıyla botun çalışması sırasında ortaya çıkan aksaklıklar tekrar ele alınmış, hatalar düzeltilmiş ve tekrarlı çalışmalar sonunda işleyen doğru bir sisteme ulaşılmıştır.
Vallisneria
Tüm bu çalışmaları Vallisneria'nın durumunu düşünerek göz önüne alalım: Vallisneria'nın, tahliye botunu tasarlayanlar gibi birden fazla imkânı yoktur. Yeryüzündeki ilk Vallisneria'nın tek ihtimali vardır. Ancak ilk denemede tam anlamıyla başarılı olan bir sistemin kullanılması sonraki nesillere yaşama imkânı yaratacaktır. Aksaklıkları olan bir sistem ise dişi çiçeği polenleyemeyecek ve bu bitki hiçbir zaman çoğalamayacağı için yeryüzünden yok olup gidecekti. Görüldüğü gibi Vallisneria'nın polenleme stratejisinin aşamalı olarak ortaya çıkması imkânsızdır. Bu bitki suda polenlerini gönderebileceği yapısıyla birlikte yaratılmıştır.
Uydu
Uzay mekiğinin, uzay istasyonu ile kenetlenmesi, Vallisneria’nın erkek çiçeklerinin dişileriyle buluşması ile kıyaslanabilir. Hatta Vallisneria’nın sisteminin daha üstün olduğu bile söylenebilir. Uzay mekiğinin kenetleneceği noktaya kadar kontrol edilmesi gerektiği halde, erkek Vallisneria’nın dişisinin yanına yakınlaşması yetmektedir.
HALODULEHaloduleEtkileyici polenlenme stratejisine sahip bir başka su bitkisi de Fiji adalarının kumlu kıyılarında yetişen Halodule'dir. Bu bitkinin polen taşıyıcıları uzun yüzücü iplikler biçimindedir ve suyun içinden yüzeye salınırlar. Bu tasarım Halodule'ye Vallisneria'dan bile çok daha fazla isabet sağlama imkanı verir. Ayrıca bu ipliklerin yapısında son derece özel karbonhidrat ve protein tabakaları vardır. Bu özel yapı da Halodulelerin yapışkanlık özelliği taşımalarını sağlamıştır. İplikler su yüzeyinde birbirine yapışarak uzun sallar oluştururlar. Bitkiye ait bu tip milyonlarca arama aracı, gel-git dalgalarını kullanarak dişi bitkilerin bulunduğu sığ sulara doğru yol alırlar. Bu arama araçlarının birbiriyle çarpışmasıyla döllenme işlemi kolaylıkla başarılmış olur.
Halodule gel-git dalgalarını kullanarak, uzun ve yapışkan yüzücü iplikleri sayesinde polenlerini dişi bitkilere göndermede hep başarılı olur.
Halodule

THALASSİAThalassiaBuraya kadar polenleri su yüzeyinde taşınan bitkilerden bahsettik. Bu durumda polenlerin hareketi iki boyutludur. Bazı bitkilerde ise üreme sistemi üç boyutlu olarak işler. Üçüncü boyut su yüzeyinin altıdır.
Su altındaki polenleşme stratejileri, su yüzeyinde gerçekleştirilenlerden daha zordur. Çünkü üç boyutlu polenleşmede, polenlerin hareketlerindeki ufak bir değişiklik dahi sonucu daha fazla etkiler. Bu nedenle bir polenin, su içinde iken dişi organı yakalaması, yüzeydeyken yakalamasından çok daha zordur.
Buna karşın, Karaib Adalarından St. Croix'da yetişen "Thalassia" bitkisi yaşamını her zaman su altında sürdürür. Çünkü Thalassia, bu zor gözüken döllenme koşullarını kolaylaştıracak bir polenleşme stratejisine sahip olarak yaratılmıştır. Thalassia, yuvarlak polenlerini uzun yapışkanlı iplikler içine gömülü durumda su altına salar. Su altında yüzen ve dalgalar tarafından yönlendirilen bu iplikler, dişi çiçeklerin üreme organlarına takılarak çoğalmayı sağlar.
Thalassia ve Halodule'nin polenlerini iplikçik paketleri şeklinde yollamalarıyla arama araçlarının taradığı yol daha da büyütülmüş olur. Hiç şüphesiz ki bu akıl örnekleriyle dolu tasarım, hem su bitkilerini hem de onların suda polenleşme stratejilerini yaratan ve her türlü yaratmadan haberdar olan Allah'ın eseridir.
Thalassia
Thalassia bitkisi diğer su bitkilerinden farklı olarak tüm yaşamını suyun altında geçirir. Buna rağmen o da polenlerini su yoluyla dişi bitkiye ulaştırır. Thalassia'nın da yukarıdaki şekilde de görüldüğü gibi yapışkanlı iplikçikleri vardır. Thalassia'nın özel yapısı su altında yaşaması için tasarlanmıştır.

Alıntılar
Scientific American, Ekim 1993, s.68-71

www.evrenvebilim.com

 

Doğa Ve Teknoloji

       KUTU BALIĞININ KUSURSUZ YAPISI 

Meşhur otomobil firması Daimler-Chrysler, biyonik bir araba yaptı. Uzun süredir yakıt tasarrufunu artırmayı hedef edinen firma bu amaçla bir araştırma projesi yürütüyordu. Projede amaç aerodinamik açıdan daha uygun bir dış yüzey tasarlamaktı. Bunun için uygun çözümü ise denizlerde yaşayan kutu balığı (Ostraction meleagris) isimli minik bir canlıda buldular.
Kutu Balığı Ve Araba Modeli
Kutu Balığı 3D Model
AerodinamikBiyonik DCX isimli bu proje geliştirilirken ilk iş olarak bilgisayarda kutu balığının vücut şeklinin modelleri çizildi. Özel canlandırma programlarında hareket halindeki balığın üzerindeki havanın nasıl yer değiştirdiği araştırıldı. Canlandırmalarda balığın su içinde hareket ederken suyun direncini en aza indiren bir vücut şekline sahip olduğu gözlemlendi. 
Bu ilk bakışta araştırmayı yapanlara şaşırtıcı geldi, çünkü balığın kutu şeklindeki yapısından dolayı olumsuz bir sonuç alacaklarını düşünüyorlardı. Bunun nedeni genellikle damlaya benzeyen şekillerde direncin en aza inmesiydi. Ancak daha detaylı araştırmalar sonucu, kutu balığının bir su damlası ile aerodinamik açıdan aynı uygunlukta olduğunu tespit ettiler. (1)
Mercedes Otomobil
Sonuç olarak,  kutu balığının özel yapısı esas alınarak kendi büyüklüğünde, dünyanın en aerodinamik arabası ortaya çıkarıldı. Elbette bu arabanın en önemli avantajı ciddi bir yakıt tasarrufu sağlamasıdır.
Araştırmalar ilerledikçe başka ilginç gerçekler de ortaya çıktı. Balığın vücut yapısı dikkatle incelendiğinde, derisinin sayısız altıgene benzer kemiksi plakalarla kaplı olduğu görüldü. Bu da balığa en düşük ağırlıkta en dayanaklı vücut yapısı özelliğini sağlıyordu. (2)
Daha sonra balığın bu yapısı dikkate alınarak yapılan araba taslaklarında, araba kapılarının dış panellerinde %40 daha fazla sağlamlık elde edildi. Bununla beraber arabanın bütün yapısı bu tekniğe dayanılarak üretildiğinde, çarpışma güvenliği hiç azalmamasına karşın araç % 30 hafiflemişti. (3) 
Kutu BalığıGünümüzdeki birçok arabada sürtünme katsayısı 0.30 iken kutu balığından ilham alınarak hazırlanan arabada bu sayı 0.19’a düşmüştü. Sürtünme katsayısının düşmesi hava direncinin de azalması anlamına geliyordu. Üzerindeki hava direncinin azalmış olması arabanın yakıt sarfiyatını da 100 km.de 4.3 litreye kadar düşürerek son derece ekonomik olmasını sağlamıştı. (4)
Kutu balığının vücudundaki bu üstün yapı ve şekil Allah'ın eşsiz yaratma sanatının bir örneğidir.

EVRİM YANILGISI

20 MİLYON YILLIK ÖRÜMCEK FOSİLİ
BİZE NE ANLATIYOR? 

 
Karıncalardan ağaçlara, yarasalardan köpek balıklarına kadar çok çeşitli türlere ait yaşayan fosiller mevcuttur. Bu durum, doğa tarihi boyunca hiçbir evrimleşme yaşanmadığının kesin bir belgesidir. Manchester Üniversitesi'nde bir araştırmacı olan Dr. David Penney tarafından bulunan, kan içeren ilk örnek olma özelliğindeki örümcek fosili de son dönemlerde "yaşayan fosiller" listesine eklenen ve tarih boyunca evrim yaşanmadığını kanıtlayan açık örneklerden yalnızca biridir.
Reçine İçinde 20 Milyon Yıl Gizlenen Mucize 
"Yaklaşık yirmi milyon yıl önce ağaçtan yukarı tırmanmakta olan bir örümcek, üzerine aniden akan reçinenin içinde hapsoldu ve öldü."
Manchester Üniversitesi'nden Dr. David Penney, reçine içinde bulduğu örümcek fosilini böyle açıklamaktadır. Araştırmacı, fosili, Dominik Cumhuriyeti'ne 2003 yılında yaptığı bir ziyaret sırasında buldu. Fosil üzerinde daha sonra gerçekleştirdiği araştırmalar ise şaşırtıcı bir bulgu ortaya koydu. Örümcekten iki minik damla kan yirmi milyon yıl boyunca bozulmadan kalmış, günümüze ulaşabilmişti. Böylece Penney'nin fosili, kan içeren ilk örnek olarak literatüre geçti.
Bilim çevrelerinde heyecan uyandıran fosil... Bilim adamları daha ileri araştırmalar için örümcek fosilinin kanından DNA elde edebilmeyi umduklarını açıklamışlardır. İçindeki kan örneğiyle bir ilk olan örümcek fosilinin bilim çevrelerinde ne denli büyük bir heyecana sebep olduğu, fosili bulan Dr. Penney'nin ifadelerinden de açıkça anlaşılmaktadır:
 "İçinde tek bir örümcek barındıran bir tutam reçinenin günümüzden yirmi milyon yıl öncesine bir pencere açabilecek olması harika... Örümceğin bedeninin reçinedeki kana göre pozisyonunu analiz ederek nasıl öldüğünü, o anda hangi yöne gitmekte olduğunu ve hatta hangi hızda hareket ettiğini dahi bulmamız mümkün olabilecek".
Örümcek Fosili
Evrimci Bir Bilim Adamının İtirafı
David Raup"Bazı insanlar fosillerin, Darwin'in hayatın tarihi hakkındaki görüşlerine kanıt olduğunu zanneder. Oysa ki bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir." (Dr. David Raup (Chicago Doğa Tarihi Müzesi, Jeoloji Bölümü Başkanı) SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland)

Örümcek Fosilinden Evrim Teorisine Darbe
  1. Örümcek FosiliDetayları Paleontology bilimsel dergisinde (2005, cilt. 48, bölüm 5) yayınlanan fosil bulgusu, örümceklerin yirmi milyon yıllık geçmişi hakkında çok önemli bir başka bilgi de sağlamaktadır: Söz konusu örümcek, günümüzde Güney Amerika'da yaygın olarak bulunan Filistitatidae örümcek ailesine ait ve yaşamakta olan örneklerinden farksız. Bu ise onu bir "yaşayan fosil" yapmaktadır.
  2. Yaşayan fosiller, günümüzdeki örnekleriyle fosil örnekleri arasında farklılık bulunmayan, dolayısıyla türlerin milyonlarca yıl boyunca hiçbir evrim geçirmediği gerçeğine ayna tutan kanıtlardır. Bu yönleriyle evrim teorisine ağır bir darbe oluşturmaktadırlar.
  3. Evrim teorisi, ancak değişen çevre şartlarına uyum sağlayabilen canlıların hayatta kalacağını, hayali birtakım rastlantısal değişimlerin etkisiyle canlıların bu süreçte başka canlılara evrimleşeceğini iddia etmektedir. Yaşayan fosiller ise teorinin türlerin zaman içinde değişen şartlara göre değişim geçireceği iddiasının asılsız bir  hikayeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.
  4. Penney'nin örümcek fosili de evrim teorisine tüm bu gerçekler doğrultusunda son bir darbe oluşturmuştur. Çünkü bu fosil, örümceklerin yirmi milyon yıl gibi çok uzun süre boyunca dahi çevre şartlarındaki değişimden etkilenmediklerini, anatomik özelliklerini aynen koruduklarını kanıtlamaktadır.

Rakamlarla Örümcek Dünyası...
  • Kapı tuzaklı örümcekler, yaptıkları yuvada 10 yıl boyunca yaşayabilirler. Bütün ömrünü bu karanlık tünelde geçiren örümcek hemen hemen hiç dışarı çıkmaz. Avını yakalamak için kapağı açtığında bile, arka ayaklarını yuvadan çıkarmaz.
  • Örümcek ipliklerinin kimyasının anlaşılması için yapılan araştırmalar sırasında iplikler, örümceklerden özel makineler sayesinde sağılır. Böylece örümceklere zarar vermeden hayvan başına günde 320 metre ipek (yaklaşık 3 miligram) elde edilebilmektedir.
  • Boyları 2.5 - 3 cm kadar olan Güneybatı Afrika'da Namibia çölünde yaşayan bazı örümcek türleri, saniyede 2 metre gibi oldukça büyük bir hıza erişebilirler. Bu hızın tam olarak anlaşılması için şöyle bir örnek verilebilir. Örümceklerin tekerlek şekline getirdikleri gövdelerinin devir sayısı, saatte 40 kilometre hızla giden bir arabanın tekerleklerinin dönüş sayısı kadardır.
  • Örümcek ipeği kendi kalınlığındaki çelikten beş kat daha sağlamdır. Kauçuktan daha esnektir. Kendi uzunluğunun dört katı kadar uzayabilir ve son derece hafiftir. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz:
  • Dünyanın çevresini dolaşacak bir örümcek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gramdır. ("Structure and Properties of Spider Silk", Endeavour, Ocak 1986, sayı 10, s. 42)

Başka Yaşayan Fosil Örnekleri Var mıdır? 
ÖrümcekYaşayan fosiller sadece böceklerle sınırlı değildir ve tarihte yüz milyonlarca yıl geriye uzanan, çok daha eski örnekler mevcuttur. Yaklaşık dört yüz milyon yıllık olduğu halde hiçbir değişim izi ortaya koymayan köpek balığı ve Coelacanth fosilleri gibi. Eldeki bu yaşayan fosiller, evrim teorisinin değişim senaryosunu yalanlayan çok çarpıcı bir tablo çizmektedir. Öyle ki, evrimci bir yayın olan Focus dergisi, yaşayan fosiller hakkında 2003 yılında yayınladığı bir dosyada, hamam böceği ve archaebakterilerden örnek vererek, şu itirafı yapmak zorunda kalmıştır:
"Evrim çizgisinden bakıldığında, bu tip organizmaların mutasyona uğrama olasılığı, diğerlerine göre çok daha yüksek. Çünkü, her yeni nesil, DNA'nın kopyalanması demek. Milyonlarca yıl süresince kopyalama işleminin kaç kez yapıldığını düşününce, ortaya çok ilginç bir tablo çıkıyor. Teoride, değişen çevre koşulları, düşman türler, türler arası rekabet gibi çeşitli baskı unsurlarının doğal seçime neden olması, mutasyona uğramış avantajlı türlerin seçilmesi ve bu türlerin, bu kadar uzun zaman içinde çok fazla değişikliğe uğraması gerekiyordu. AMA GERÇEKLER BÖYLE DEĞİL. Söz gelimi, hamam böceklerini ele alalım. Çok hızlı ürüyorlar, ömürleri de kısa, ama yaklaşık 250 milyon yıldan beri aynılar. Daha çarpıcı bir örnek ise archaebakteriler. Tam 3.5 milyar yıl önce, dünya henüz çok sıcakken ortaya çıktılar, günümüzde de Yellowstone Milli Parkı'ndaki kaynar sularda yaşamaya devam ediyorlar." (Evrimin Çıkmaz Sokakları: Yaşayan Fosiller, Focus, Nisan 2003)
Focus dergisinin açıklamasında da görüldüğü gibi, yaşayan fosillerin ortaya koyduğu gerçekler karşısında evrimci çevreler dahi sessiz kalamamış ve evrim iddialarının geçersizliğini ve bilim dışı olduğunu itiraf etmişlerdir.
Yaşayan Fosiller Birer Yaratılış Delilidir 
Son bulunan örümcek fosili, evrim teorisini destekleyen bazı bilim çevrelerinin şu gerçeği bir kez daha görmesini sağlamıştır: Evrim teorisi, türlerin doğa tarihi hakkında yazılan, ancak bu alanda elde edilen bilimsel bulgularla kesin olarak çürütülen hayali bir hikâyeden ibarettir.
Türler günümüzdeki beden yapılarına tesadüfî bir değişim sürecinden geçerek ulaşmamışlardır. Aksine yaşayan fosiller, ortaya çıktıkları günden günümüze değin geçen sürede hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. Sürekli değişimi öngören evrimi değil, canlıların ayrı ayrı yaratıldıklarını ve hiç değişmeden günümüze ulaştıklarını ortaya koyan yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedirler. Yaşayan fosiller, birer yaratılış delilidirler. Allah milyonlarca canlı türünü mucizevi bir biçimde yoktan yaratmıştır. Tüm canlı türlerini kusursuzca var etmiştir ve canlılar yeryüzündeki varlıkları boyunca hep yaratıldıkları şekilde yaşamışlardır.
Kan Pıhtılaştırıcı Yerine Örümcek Ağı 
Günümüzde kullanılmakta olan kan pıhtılaştırıcı sargı bezlerinin faydalarının yanı sıra birçok dezavantajı da bulunmaktadır. Örneğin soğuk ortamda tutulma zorunluluğu ve kısa raf ömürlerinin olması bunlardan birkaçıdır. Ağır yaralanmalarda kullanılacak etkili sargı bezleri geliştirmek üzere araştırmalar yapan bir Amerikan firması, tüm dezavantajlara rağmen örümcek ağından yararlanarak bu sorunu çözmüştür.
Yaptıkları araştırmalar sonunda sargı bezinin üzerine serpilmiş bulunan toz halinde bir madde geliştiren firmanın bildirdiğine göre bu madde insan bedeninin akan kanı pıhtılaştırmak için salgıladığı fibrinojen maddesinin bir türüdür. Ancak yara tozunun temel bileşenlerinden bir diğeri ise oldukça dikkat çekicidir: Örümcek ipeğinde bulunan bir protein. (Technology Review, Ekim 2001)
Örümcek ağından elde edilen sentetik tozun en önemli özellikleri ise zaman içinde etkisini yitirmemesi ve buzdolabında saklanmayı gerektirmemesi.
Peki nasıl olmuş da birkaç santim boyundaki şuursuz örümcekler, faydalı alanlarda kullanılabilecek benzeri üretilemeyen maddeler üretmiş ve bunları insanların kullanımına sunmuştur?
Kuşkusuz örümceklerin tüm bunları gerçekleştirecek bir güçleri ve karar verme mekanizmaları yoktur. Tüm bu özellikleri yaratan ve örümcekleri insanların yararına sunan sonsuz yaratma ilmine sahip olan Yüce Allah'tır.
© 2007 Evren Ve Bilim.

Mucize Gezegen

          YERALTI SULARI: TOPRAK ALTINDAKİ DEV SU DEPOLAR

Birçok endüstriyel kuruluş, atık sulardan faydalanmak için özel tesisler kullanırlar. Yüksek maliyetlerle yapılan bu tesisler büyük mühendislik yatırımlar olmalarına karşın kullanıma sokabildikleri su kapasiteleri sınırlıdır ve oldukça fazla enerji harcarlar. Oysa yeryüzü, insan yapısı tesislerle kıyaslanmayacak miktarda suyu çevrime sokan ve tamamen doğal kaynaklardan enerjisini sağlayan bir tesisi bünyesinde barındırır.
Yeraltı Suları Nasıl Oluşur?
Yağmur yeryüzündeki hayatın devamı için en önemli unsurlardan biridir. Yağmurun oluşumu sırasında okyanuslar, denizler, atmosfer ve karalar arasında bir su dolaşımı söz konusudur. Okyanuslar, denizler, buzullar, kar örtüleri, akarsular, göllerden buharlaşan sular ile toprak yüzeyinden ve bitkilerden buharlaşan bir miktar su buharı atmosfere geçer. Daha sonra uygun koşullar altında yoğunlaşarak, yağmur, kar ve dolu şeklinde yeryüzüne geri döner.
Kara yüzeyine çeşitli biçimlerde düşen yağışların (yağmur, kar, dolu) bir kısmı yeryüzündeki çukur alanları doldurarak, gölleri veya yeryüzündeki eğimleri takip ederek akarsuları oluşturur. Ancak yeryüzüne düşen yağışların hepsi yer üstü sularını oluşturmaz, bir kısmı ise “uygun koşullar” olduğunda yeraltına sızar ve yer altı sularını meydana getirir. Burada durup düşünmek gerekir.
Yeraltına sızan, bu suların yerin nispeten derin kısımlarına geçmesi, yerin altında belli bir tabakada toplanması nasıl olmaktadır? Yeraltında toplanan bu su hangi aşamalardan geçtikten sonra ve hangi sebeple tekrar yeryüzüne çıkmaktadır? Çeşitli toprak tabakaları arasından geçtiği halde çıktığı kaynakta nasıl olur da çamurlu ve bulanık olmaz, tam aksine içime hazır berrak ve pırıl pırıldır? Yeraltında hapsedilmiş bu su nasıl bir mekanizma ile tekrar yeryüzüne çıkmaktadır? Kuşkusuz bu soruların sayısı artırılabilir.
Yeraltı Sularını Oluşturan Hassas Sızma Teknikleri
Yeraltı sularının asıl kaynağını atmosferden gelen sular oluşturur. Suyun yeraltına geçebilmesi için gerekli bazı şartları şöyle sıralayabiliriz:
1) Yerçekimi kuvveti çok önemlidir. Çünkü bu kuvvet olmazsa, başka bir deyişle suyun ağırlığı bulunmasaydı, yerin derin kısımlarına doğru hareket etmesi mümkün olmazdı.
2) Yerkabuğunun sızma kapasitesi sınırlıdır. Bu sayede yeraltı suyu belli bir doygunluğa ulaşarak sabit bir değer kazanır ve taşarak yer üstüne çıkması önlenmiş olur.
3) Kapilarite kuvvetinin olması gereklidir. Böylece belli bir derinlikten sonra yer altı sularının kaçıp yok olması  engellenmiş olur.
4) Sızmanın olabilmesi için zemini oluşturan kayaçların gözenek, yarık, çatlak, gibi suyun geçmesine olanak sağlayacak birtakım boşluklar içermesi yer altı suyunun oluşumu açısından çok önemlidir. Nitekim kumlu topraklar oldukça geçirimlidir. Killi topraklar ise kil taneciklerinin şişmesi nedeniyle hızla kapanarak sızmayı engeller. Allah'ın üstün yaratmasının bir sonucu olarak suyun kolayca sızabileceği şekilde toprak tabakalarının üst kısımları kumlu tabakalardan oluşurken, suyun kaçmasını engelleyen killi toprakların yer altı suyunun tabanında yer alır.
5) Zeminin bitki örtüsü ile kaplı olması sızmayı kolaylaştırır. Çünkü bitki örtüsünün kaplı olduğu yerlerde yerüstü akışı yavaş olacağından, yukarıda belirtilen koşullar da uygun olduğu takdirde sızma artar. Ayrıca bitki örtüsü yere düşecek olan damlaların hızını azaltarak, toprağa sızabilecek ince zerrecikler haline getirir.
6) Sağanak şeklinde yağan yağışlarda sızma miktarı azalır. Çünkü bu tip yağışlarda  hızla yere düşen damlalar yüzeyin eğimine bağlı olarak yüzeysel akışa geçerler. Çisinti şeklinde düşen yağışlarda ise sızma daha kolay gerçekleşir.
7) Yüzey şeklinin eğimi ne kadar fazla olursa sızma o kadar azalır ve düşen yağış yüzeysel akışa geçer.
Yeraltı Katmanları
Şelale Ve Göl
Görüldüğü gibi yeryüzüne düşen suyun yer altında toplanması ve tekrar yer üstüne çıkması belirli şartların gerçekleşmesi ile mümkün olabilmektedir. Tüm bu şartlar, yer altı sularının hep belli bir plan ve düzenleme üzere oluştuğunu göstermektedir. bu kusursuz planlamayı ve düzeni yapan Allah’tır.
  • Yeraltı suyunun üstünde “Havalandırma zonu” adı verilen bir tabaka yer alır. Yeraltına sızan suların bir kısmı dip kısımlara inmeden bu tabakada birikir. Burada duran asılı su zerrecikleri, köklerini yeraltı suyunun bulunduğu tabakaya kadar uzatamayacak olan bitkilerin, buradaki sudan yararlanmasını sağlar. Ayrıca toprağa asılı olan bu su taneleri, topraktaki mineral maddeleri eriterek, bitkilerin bunları eriyik halde almalarına ve beslenmelerine katkıda bulunur.
    Yeraltı suları toprağın altındaki katmanlarda, yeryüzünün tepe, sırt gibi kısımlarında yükselir, vadi gibi alçak kısımlarında ise alçalır. Eğer vadi, ova gibi alçak yüzey şekillerinin bulunduğu kısımlarda, tepe sırt gibi şekillerin bulunduğu alanlardaki kadar su yükselseydi, bataklıklar oluşurdu. Bilindiği gibi bataklık alanlarda tarım yapılması olanaksızdır. Bu alanların öncelikle kurutulması gereklidir. Ancak bu işlem oldukça masraflıdır ve şiddetli yağışların olması halinde bozulması çok kolaydır.  Yer altı sularının yüksek yüzey şekillerinin biçimine uymaması durumunda ise, su seviyesi olması gereken düzeyden daha aşağıda bulunacağı için bu sulardan yararlanmak imkansız hale gelecekti. Özellikle kurak sahalarda veya kuraklığın olduğu dönemlerde bu sulardan yararlanmak mümkün olmayacak hatta belki de bu suların varlığından habersiz olarak yaşayacaktık.
  • Yüksek alanlarda yer altı su seviyesi yüzeye çok yakın olsaydı bu durumda en küçük bir yağışta toprak yüzeyi kayganlaşacak ve heyelanlar kaçınılmaz olacaktı. Bu olay yüksek yerlerin yamaçlarında yaşayanlar için her yağmurdan sonra, yerleşim alanlarının çamur gölüne dönüşmesi anlamına gelecekti.
  • İnsanların suya olan gereksinimini büyük ölçüde karşılar.
  • Ayrıca sular, sanayide, tarımda, hayvancılıkta, ısınmada (jeotermal enerji), yapı işlerinde, tıpta, turizmde çeşitli amaçlarla kullanılırlar. Çoğunlukla yer üstü sularından yararlanılmakla birlikte, bunların yetersiz kaldığı veya kurak koşulların hüküm sürdüğü alanlarda içme ve kullanma suyu olarak su kuyularından faydalanılır. Yeraltı sularını adeta yerin altındaki barajlara benzetebiliriz. Fakat yer üstündeki barajlardan farklı olarak, bunlar kuraklığa daha dayanıklıdırlar. Başka bir deyişle yeraltında olmaları nedeniyle buharlaşma düzeyi oldukça düşüktür.
  • Yeraltında buharlaşma ve kirlenme gibi sorunların olmaması nedeniyle kıyı bölgelerinde tuzlu su sızmasını önlemek ve taşkınları kontrol altına almak için yer üstü sularının fazlasını yer altına sevk eden düzenekler kurulmaktadır.
  • Bu sular yeraltına sızarken geçtikleri kaya veya toprağı eriterek, onların bileşiminde olan elementleri bünyelerine alırlar. Kalsiyum, magnezyum, sodyum, potasyum, demir gibi katyonlar ile, karbonat, bikarbonat, klor, sülfat, nitrat, flor gibi anyonlar içerir. Bazı yeraltı sularının içlerinde suda çözünmüş olarak oksijen ve karbondioksit gibi gazlar bulunur, bir kısmı ise kurşun, bakır, selenyum, çinko, arsenik gibi zehirli elementler içerir. Bu sulardan kaplıca, içme veya kullanma suyu olarak çeşitli biçimlerde yararlanılır. İçlerinde erimiş halde mineral bulunan sular ise “maden suyu” olarak kullanılır.
  • Kaynaklar sıcaklıklarına göre farklılık gösterir. Bunların bir kısmı soğuk sular biçimindedir ve içme suyu olarak kullanılır. Yeraltına sızan suların bir kısmı yerin derin kısımlarına iner ve temas ettikleri sıcak kısımlar aracılığı ile ısınırlar. Sıcak suların bir kısmı ise volkanik olaylar sırasında magmadan ayrılan su buharının yoğunlaşması sonucu oluşan sıcak sulardır. Bu sulardan sıcaklığı 40-900C arasında olanlar “kaplıca veya ılıca” adıyla bilinirler. Bu suların mide-bağırsak, deri gibi organlarımızla ilgili hastalıklara ve romatizmaya iyi geldiği tespit edilmiştir. Başka bir deyişle bu sıcak sular Allah’ın “Şafi”(Şifa veren) sıfatının tecellilerindendir.
  • Yer altı sularının asıl mucizevî özelliklerinden biri suyun yer altındaki toprak tabakaları arasından hiç çamurlanmadan tertemiz ve içime uygun olarak çıkmasıdır. Su yer altına inerken her biri farklı özelliklere sahip tabakalardan geçer. Bu süzülme işlemi ile içindeki tortu ve pislikten arınarak yer altında birikir. Şüphesiz bu durum Allah’ın insanlara sunduğu sayısız nimetten biridir.
Allah, kullarına karşı iyiliği ve merhameti çok olandır. Yer altı suları da Rabbimiz’in kusursuz tasarımına ve her işi en güzel şekilde tertip etmesine önemli bir örnektir.
 2007 Evren Ve Bilim

UZAY

EĞER YILDIZLAR BİRBİRLERİNE BİRAZ DAHA YAKIN OLSALARDI 
“Öyleyse maddenin ardında başka bir şey olmalıdır, bir şekilde onu kontrol eden bir şey. Ve bu, denilebilir ki, bir Yaratıcı'nın varlığının matematiksel kanıtıdır.”
Guy Murchie, Amerikalı bilim yazarı (1)
YıldızMilattan sonra 1054 yılının 4 Temmuz gecesi, Çin İmparatorluğu'nun astronomları, gökyüzünde çok dikkat çekici bir olayın gerçekleştiğini gözlemlediler. Gökyüzündeki boğa burcunun yakınlarında, aniden çok parlak bir yıldız ortaya çıktı. Yıldız o kadar parlaktı ki, ışığı gündüzleri bile kolaylıkla farkedilebiliyor, gece ise neredeyse Ay'dan daha parlak görünüyordu.
Çinli astronomların gördükleri ve kaydettikleri bu olay, evrendeki en ilginç astronomik oluşumlardan biriydi aslında. Bu bir "süpernova"ydı.
Süpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir.
Astronomlar süpernovaların evrenin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını düşünürler. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır.
Ancak işin ilginç yanı, ilk bakışta basit birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar:
Süpernova
Hubble uzay teleskopu tarafından görüntülenen 1987A isimli süpernova.
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.(2)
Süpernovaların oranları ve yıldızların mesafeleri, aslında evrenin sahip olduğu büyük düzenin çok küçük iki ayrıntısıdır. Evreni biraz daha detaylı olarak incelediğimizde ise, karşılaştığımız düzen olağanüstüdür. Bunlardan bir tanesi de yıldızlar arasındaki mesafedir.


Boşluklar Niçin Var? 
Big Bang'den sonra ortaya çıkan evren, öncelikle sadece hidrojen ve helyumdan ibaret bir gaz yığını olmuş, sonra ise bu gaz yığını, özellikle tasarlanmış olduğu açık olan nükleer reaksiyonlarla daha ağır elementleri meydana getirmiştir. Ama evrenin yaşam için uygun bir yer haline dönüşmesi, sadece ağır elementlerin varlığıyla mümkün olmaz. Bundan da önemli olan bir nokta, evrenin nasıl bir şekil ve düzen aldığıdır.
Bu incelemeye, önce evrenin ne kadar büyük olduğuna bakarak başlayalım.
Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir. 
YıldızlarÖnce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.
Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Evren
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir.
Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.
George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.(3)
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.

Alıntılar
(1) Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, Boston: The Houghton Mifflin Company, 1978, s. 598
(2) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 11
(3) George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21

Hayvanlar Alemi


ÖRÜMCEK İPEĞİ ÜRETEN KEÇİLER 
Bilim adamlarının süper güçlü malzemeler üretme yolundaki arayışları devam ediyor. Daha önce bu konuda yapılan araştırmalarda kısmi başarılar sağlanmış ve elde edilen malzemeler birçok yerde kullanım imkanına kavuşmuştu. Örneğin örümceğin ipeğinin kimyasal yapısından ilham alınarak üretilen “Kevlar” ilk olarak otomobil lastiklerindeki çeliğin yerini olması için tasarlanmıştı. Günümüzde ise Kevlar kendine sınırsız kullanım alanı bulmuş durumda:
Mars’a yolculuk için tasarlanan Pathfinder’daki hava yastığı kirişlerinde, jet uçaklarında bulunan yolcuları koruyucu kalkanlarda, büyük gemiler ve süper tankerleri bağlamak için kullanılan küçük çaplı hafif iplerin yapımında, daha hafif ve daha güçlü tenis raketlerinin yapımında. Kevlar her ne kadar güçlü ve hafif olsa da bazı dezavantajlara da sahip. Örneğin kurşun geçirmez yelek yapımında kullanılan Kevlar, çok sert olduğu için giyen kişinin hareket kabiliyetini kısıtlıyor. Bu nedenle çeviklik ve hız gerektiren işlerde kullanım açısından çok da uygun değil. Aynı zamanda Kevlar suyu emebiliyor ve doğal etkenlere karşı da diğer malzemeler kadar dayanıklı değil. Ayrıca yüksek çekme gücüne karşın Kevların sıkıştırılma gücü oldukça az. Dolayısıyla Kevlarda hala bazı düzeltmelerin yapılması gerekiyor.(1)
Kevlarla ilgili tüm bu yetersizlikler, çapı bir milimetrenin binde birinden daha küçük olmasına karşın, aynı kalınlıktaki çelik telden beş kat daha sağlam olan örümceğin ipeğinin kusursuz bir tasarım harikası olduğunu göstermeye yetiyor.(2)

Örümcek
Ünlü bilim dergisi National Geographic’in 2001 Ağustos ayında yayınlanan sayısında “sanatları ile evrimciler için bir bilmece olan örümcekler” başlığı altında bu canlılar incelenmiştir. Ünlü biyolog Bill Eberhard dergiye yapmış olduğu açıklamada örümceklerin bilinçli hareketlerini ve ürettikleri mükemmel ağları şöyle tarif etmiştir:
“Tahmin edilmesi güç bir ortamda, aslında kör ve sınırlı bir sinir sistemine sahip bir canlı tarafından inşa edilmiş karmaşık bir yapı var. Örümceğin yaptıkları insanlara göre oldukça kompleks hesaplamalar: Açılan deliğin büyüklüğü? Ne kadar ipek kaldığı? Hangi bağlantı noktalarının uygun olduğu? Örümcekler  aynı şeyi tekrar tekrar yapan küçük robotlar değiller. Kesinlikle aptal değil akıllı canlılar.”(3)

Keçi
Süper güçlü malzeme arayışındaki en heyecan verici gelişmelerden biri örümcek ipeği üretme çalışmaları. Şimdi bilim adamları ipeğin kimyasal yapısının taklit edildiği malzemeler üretmek yerine örümcek ipeğini doğrudan üretmeyi hedefliyorlar. Ancak örümcekler gibi iplikçik üretmek, ineklerden süt elde etmek kadar kolay değil. Çünkü yeterli miktarda ipek toplamak için çok geniş alanlara ihtiyaç var ve bu durum hiç de ekonomik değil. Üstelik örümcekler birbirlerini yeme eğiliminde oldukları için yüksek miktarda ipek toplamak oldukça zor.
Tüm bu nedenlerle Nexia adlı kuruluş, ABD ve Kanada savunma bakanlıklarıyla keçileri kullanarak örümcek ağı elde etmek için bir anlaşma yapıyor. Bu gelişmiş gen teknolojisi keçilerin süt bezleri ve örümceklerin salgı bezleri arasındaki benzerlikten dolayı tercih ediliyor. Keçilerde yapılan bazı genetik değişikliklerle keçilerin DNA’ları, süt yerine ipek salgılamalarını sağlayacak özellikte düzenlenmeye çalışılmaktadır.(4)

Bilim adamlarının yapay olarak birebir benzerini üretmeye çalıştıkları örümcek ipliği, 380 milyon yıldan beri örümcek tarafından kusursuzca örülmektedir.(5) Bu durum, kuşkusuz Allah'ın kusursuz yaratışının delillerinden biridir. Şüphesiz bu olağanüstü olayların hepsi de Allah'ın kontrolündedir ve O'nun izniyle gerçekleşmektedir.